İşte Büyük Şair Nazım Hikmet’in Yazdığı Mektuplar
Dünyanın en büyük şairlerinden olan Nazım Hikmet 61 yıllık ömrünün 30 yılını cezaevlerinde ve sürgün geçirdi… Uzun süre cezaevinde kalan -af kanunuyla cezaevinden çıkan- ve aldığı cezaların ardından 1951 yılında memleketinden kaçmak zorunda kalan şair Nazım Hikmet bu dönemlerde yakın çevresine sık sık mektuplar yazdı. Zaman zaman Piraye’ye zaman zaman oğlu Memed’e, Kemal Tahir’e ve daha pek çok isme yazdığı mektuplarda bulunduğu şartları, hislerini bazen yazdığı yeni şiirleri aktaran Nazım Hikmet’in Mektupları’ndan bazılarına seçtik.
İşte büyük şair Nazım Hikmet’in mektuplarından küçük bir derleme:
1. Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:
“Seninle beraber daha çok yerlere bakacağız nişanlım, yıldızlara, dost yüzlerine, Memedimizin gözlerine, güzel günlere, beraber yan yana bakacağız… Önümüzde dinç, kuvvetli, dolgun ve manalı bir hayat var daha. Gönlün kocalmasın nişanlım. Bak ben topal bacaklı, ihtiyar bir çınar ağacına benzeyen gövdemin içinde, her dem taze, her dem kuvvetli ve her dem senin ateşinle dolu, aşınmamış, pırıl pırıl bir yürek taşıyorum. Seni düşünürken ben gençleşiyorum. Bacağımın sızısı duruyor. Sen de beni düşünürken genç ol, kuvvetli ol!”
2. Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:
“Sen meğerse nasıl her şeyimmişsin benim…Seni sevmek benim içimde, toprağı, suyu, güneşi, hayatı ve fikri sevmekle birbirine karıştı. Sen ciğerlerimdeki nefes, gözlerimdeki ışık, kalbimdeki çarpıntı ve beynimdeki düşünce gibisin. Neyi düşünürsem seni düşünüyorum. Neyi görsem seni görüyorum.” (7 Mart 1934)
3.Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:
“Güneşte
denizin sonunda mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun
Yeşil bir erik dalı yüreğim
sen altın tüylü bir yemiş
sallanıyorsun
Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine
sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını
sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine” (1938)
4. Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:
Sana yine Aragon’dan dört satır çevireyim:
“Yalnız seninim, yalnız seninim, ayaklarının izlerine ve gömüldüğün yere ve kaybolan terliklerine, yahut mendiline tapınıyorum. Hadi uyu, uyu benim çekingen çocuğum, ben başucunda bekleyeceğim, vaadediyorum.”
Karar verdim, şu Manzaralar bitince, romana başlamadan önce, en aşağı kırk şiirden ibaret ve sırf seni anlatan, seni nasıl sevdiğimi anlatan bir kitap yazacağım ve dünyaya nasıl sevilirmiş ve bu sevgi nasıl yazılırmış göstereceğim. İsmini de “Kırklar” koyacağım.
5. Nazım Hikmet’ten Kemal Tahir’e:
“Kemalciğim,
Mektubunu aldım. Kısaydı. Ama mükemmeldi. Benimki de kısa olacak. Fakat mükemmel olacağını zannetmiyorum. Tevazu değil, bilakis gurur. Mükemmel ve kısa mektup yazamayacak kadar, hatta sana ve hatta Piraye’ye, kendimi ikinizin yanında ve ikinize de söylenecek tek sözü olmayan adam halinde hissediyorum. Yan yana olsaydık. Ne konuşacaktık? Hangimiz ağzımızı açarsak ötekimiz ne söyleyeceğini bilecekti. Aynı şeyi düşünmek insanları sükuti yapıyor. Hey anam hey, hay canına! İçimden birdenbire böyle bir nara atmak geldi. En aşağı yüz bin ağızdan söylenen çok kalın sesli bir şarkı söyleseler de ben de bağıra bağıra katılsam aralarına. Bir zamanki şiirlerimin hayalleri, imajları farkına varmadan kalemin ucuna geliyor, yani aklıma geliyor. 19 yaşındayım. 19 yaşım… Sana bu hafta beş lira yolluyorum. Mecmua filan da göndereceğim. Şiirleri, daha doğrusu uzun yazıdan ilk kısımları şöyle bir müsait zamanda ince ince temize çekip sana gönderirim. Piraye için yazdığın cümle bir ihtilal avazı gibi harikuladeydi. Bugünlerde Piraye yengen gelecek. Ne tuhaf, farkına varmadan yeni harflere dökmüşüm işi. Sağ ol. Başkaca yazacak sözüm yok. Herkesin selamları.” (1941)
6.Nazım Hikmet’ten Kemal Tahir’e:
“Kardeşim Kemal Tahir,
Memleketini ve memleketinin çalışan insanlarını sevmeyen insan, dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevemez ve dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevmeyen insan kendi memleketini ve kendi memleketinin çalışan insanlarını sevemez. Sevmeyen insan da edebiyat, resim, mimarlık filan yapamaz. Bizim yüksek mi, derin mi, bilmem, fakat halis edebiyat yapabilmemiz bu sevgiyi yüreğimizin başında duyabilmemizdendir. Bunu ne diye yazdım ben de pek bilmiyorum, fakat mektubuna, çok güzel mektuplarından birine cevap verirken söze böyle başlamak geldi içimden. Mühim ve edilmemiş bir laf etmedim, ama doğru bir laf ettim ve doğru laf orijinal laftan daha değerlidir. Ah, Kemal’ciğim, senin bu daima harekete, fiile geçmeye hazır ümidine ve nikbinliğine bazen bayılırım. Son mektubunda hemen sanki yarın – burdaki yarın en kısa manasıyladır, yani bugünden sonra gelen gün – çıkacakmışız gibi bir hazırlık telaşı vardı. Mektuplarını tasnif ederken dikkat ettim, bu hazırlık telaşını birkaç kere geçirmişsin. Hatta bak bir seferinde ne yazmışsın.
Dışarda kuşlar ötüyor.
Dağlar kırmızı ve çıplaktırlar.
Kavakların kılçıkları sarımtırak yaprakların altında kaldı.
Deminden beri kocaman bir leylek sabırlı ve hamarat,
önümüzdeki viranelikten çer-çöp topluyor yuvası için.
Burdan bakılınca şehir: terkedilmiş gibi bomboş görünmektedir.
Uzaktaki saat on biri çaldı.
Bütün nikbinliğim, şu bitmez tükenmez nevi şahsına münhasır hazinem dolup dolup taşıyor. Pek yakında kurtulacağız, diyorum, inadediyorum.
Kestim mektubu.
Saatler geçti.
Avluya indim.
Nefis bir güneş var.
Ah, gözünü sevdiğimin bozkırı,
zerre zerre sıhhat topladığını duyuyor adam.
Arkadaşlarla hep seni konuştuk.
Şu anda dünya
iyi insanlarla ağzına kadar dolu gibi geliyor bana.
Pek rahat, hatta mesudum biraz.
Akşam oluyor, ne yapalım olsun…
Sinop’takilerden çoktandır mektup alamıyordum, meğerse onlar da benden mektup alamadıkları için meraktaymışlar. Bugün sıhhatini bildir diye bir telgraf geldi ve beni merak etmeleri pek hoşuma gitti. Orda otuz liraya bulunan ipliğin numarası kaçtır? Bana bunu bildir de ona göre sipariş vereyim. Sonra sucuğun, pastırmanın, kayısı kurusunun, pestilin kilosu kaç para, bana bunları da bildir. İşlerimizden numuneler yollayacağım. Esasen sana gönderecek olduğum yorgan çarşafı bir numune sayılır. Kaldı ki bunun en pratik tarafı orda harcıalem geçen şey ne ise sen ondan bir numune yolla ve toptan ve kaç tane istediklerini ve ne fiyattan aldıklarını bildir, biz de uygun düşerse hemen yapıp gönderelim.
Muhakkak çıkacağız, Kemal’im, ama sahici manasıyla yarın, ama sembolik manasıyla yarın. Bizin halimiz “İstiklal Marşı”ndaki en güzel mısraa uygun düşmektedir: “Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
Seni kucaklar, kara gözlerinden öperim. Sorup sual edenlere ferade ferade selamlar.”
7.Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:
Piraye;
Gel. Sana muhtacım…
8.Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:
Canım karıcığım,
Ne acı ama acılıklarıyla bana ne kadar yakın, beni ne kadar seven mektuplar yazıyorsun. Hani ağlarken güleceğim, sevincimden, bahtiyarlığımdan kahkahalarla gülesim, gülerken ağlayasım geliyor, senin yanı başında dertlerine, kederlerine bıçakla keser gibi son veremediğimden ötürü ağlayasım, hiddetten, gazaptan, gözyaşlarımı belli etmeden ağlayasım geliyor. Biz birbirimizi ne güzel, ne derin, ne kadar bahtiyar, ne kadar bedbaht, ne kadar mutlu seviyoruz. Yepyeni ve çok güzel bir dünyanın insanları gibi sevişmesini bildiğimiz kadar, bugünkü bedbaht dünyanın insanları gibi de sevişmesini biliyoruz. Senden ve kendimden dehşetli memnunum, seninle ve kendimle övünüyorum. (…)
Sevmek seni karıcığım, daha çok daha çok sevmek, sevmek seni yine sevmek, yine sevmek! Ah bir tanem, ah sevgilim, ah Hatçe’m. Çocuklarımı kucaklarım, kaynanamın ellerinden öperim. Senin dudaklarını öperim karıcığım.
9.Nazım Hikmet’ten Vera’ya:
“Lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! Sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. Canım, bir tanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuşum. Bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden…”
10. Nazım Hikmet’den Orhan Kemal’e
Râşid evlâdım,
Mektubunu aldım. Bundan önce de gönderdiğin hikâye kitabını ve dergileri almıştım. O hikâyeler dergisinin başka bir sayısı daha elime geçmişti. Sana sevinilecek iki şey söyliyeyim mi? Bazı teknik kusurlarına rağmen o kitaplardaki hikâyelerin hemen hemen hepsi güzeldi, vaadediciydi. Bugünkü hikâyeciliğimiz ana hattında gayet doğru bir yol tutmuş. Bu bir. İkincisine gelince, içlerinde en güzeli, en kusursuzu, hele bir tanesi küçük bir şaheser, senin hikâyelerdi. Ellerin ve gönlün nur olsun Raşid. Beğendiğin fotoğrafa gelince, iki üç yıl önce çekilmiş bir resimdi. Nerden ve nasıl ellerine geçmiş bilmiyorum. Zaten yalnız fotoğraf değil bana söylediklerin bir çoğu için de aynı şaşkınlık içindeyim. şaşkınlık ve öfke. Her ne hal ise. Sabır ve tahammül gerek. Çıkmak bahsine gelince hiç ummuyorum. Buna da her ne hal ise.
Torunlarımı, gelinimi ve seni hasretle kucaklar beni mektupsuz bırakmamanı reca ederim canım kardeşim. 27-10-949)
11. Nazım Hikmet’ten oğlu Memet’e:
Memet, oğlum, Annenin mektubunu aldım. Cevabını verdim. Buraya gelmesini rica ediyorum. Bu son ricamdır. Bu, hepinizden son ricamdır. Kendisine bundan önce yazdığımı tekrar edeyim: gelmezse, beni sen de, Suzan da, annen de yalnız manen değil – sizin için manen değil – maddeten de ölmüş bilin. Bir daha hiçbirinizin başını ağrıtmam, rahat edersiniz. Çünkü ya ben derdimi anlatamıyorum, yahut siz, annen, sen, Suzan anlamıyorsunuz. Emin olun ki başkaca imkanım olsaydı bunları dahi yazıp kıymetli zamanlarınızı benim için harcamanızı isteyecek kadar küstahlık etmezdim. Hazırladığın imtihan tezlerine gelince, geçen mektubumda da yazdığım gibi, sen onların tercümelerini yolla, yani aslından yaptığın tercümeleri, ben onları artık düzeltebilirim. Fransızcası istemez, bu kadarını görmek kafi geliyor. İşte böyle. (Bu mektup Memet’in adına, ama Çamlıca’ya, Piraye’nin adresine gönderilmiştir. Memet, Erenköy’de dedesinin yanında oturmaktadır.)
(alıntı)